Türk edebiyatında lezbiyen, gey, biseksüel, “travesti”, transeksüel (LGBTT) karakterler genellikle, ana karakterlerin yaşantılarına ya silik birer yıldız gibi teğet geçer ya da gerçek hayatta olduğu gibi gizli ve örtük yaşamlar sürerler. İşte örnekler…
Bilge Karasu, “Özel Günlük” adlı yazısında ‘“Eşcinsellik, ayrı bir dil konuşmaktır,” der. Karasu’ya göre “sürekli olarak başkalarına göre ayarlanmak zorunda” olan bu dil “… korkuyla, yalnızlıkla, doymamışlıkla, başkaldırmayla yüklüdür” (Öteki Metinler, s. 78). Karasu’nun bu sözleri belki de daha çok bir “eşcinsel biçem” tanımıdır. Türk edebiyatında kendisininkine yakın bir duyarlıkla yazan Murathan Mungan gibi yazarların yaptığı gibi, Karasu da, eşcinsel varoluşu anlatmak için, yüzünü biçeme dönmüştür. Eşcinselliğin metinsel stratejiler ve söylemsel arayışlarla doğallaştırılması ya da yine söylemin olanaklarından yararlanarak örtük anlatımlarla betimlenmesi, Türk edebiyatında eşcinsel temasının irdelenme biçimine de belli bir nitelik vermiştir. Türk edebiyatında LGBTT karakterler genellikle, kurgunun ana eksenindeki karakterlerin yaşantılarına ya silik birer yıldız gibi teğet geçerler ya da biçemin tülden örtüleri altında, gerçek hayatta olduğu gibi kurmacada da gizli ve örtük yaşamlar sürerler. Aşağıda bahsedeceğimiz kitapların nesir eserler olduğunu da belirtelim.
Hamamcılar Kethüdası Derviş İsmail’in Dellâkname-i Dilküşâ (Gönüller Açan Tellâklar Kitabı) ve Enderun’lu Fazıl’ın Hûbân-nâme (Güzel Oğlanlar Kitabı) adlı, modern Türk edebiyatını önceleyen Osmanlı geleneğine ait yapıtlarda, eşcinsel aşkın arzu ve aşk kavramları çevresinde irdelendiğini görüyoruz. Bu iki yapıtta da eşcinselliğin izi, anonim karakterlerin ten ve arzu ile olan ilişkilerinde sürülüyor. 19. yüzyıla dek Batı geleneğinde de olduğu gibi, eşcinsel olma durumu bu yapıtlarda bireye ayrı bir kimlik katan ayırıcı bir özellik değil, arzunun akışkanlığında kaybolan, küçümsenen ama çoğu durumda kişiyi tanımlamayan “adi” bir suç ve günah olarak algılanmaktadır. Dolayısıyla bu yapıtlarda eşcinsel olma durumunun “kimlik” ve “birey” bağlamlarında bir savunusunu değil, eşcinsel hazzın, günahın çekiciliğiyle de lezzeti artan egzotik bir tensel deneyim olarak sunumunu görürüz. Daha sonraki dönemlerde, birçok İslam ve Doğu edebiyatında olduğu gibi, eşcinsel aşkın ilişkideki “etkin” ve “edilgen” konuma göre belirlenen bir güç dinamiği içinde kurgulanmasının kökenini belki de bu dönemin bakış açısında aramak gerek.
Mehmet Rauf’tan ilk örnek
Türk edebiyatında eşcinsel olma durumunun bireyin kimliği olmasa bile psikolojisi bağlamında ele alındığı ilk yapıtları II. Meşrutiyet sonrasında görüyoruz. Baha Tevfik’in öykülerinde (“Sevda”, 1910; “Aşk Hodbini”, 1919) ve Türk romanında bireyin psikolojisinin izini ilk defa sürebildiğimiz Mehmet Rauf’un Bir Zambak Hikayesi (1910) sırasıyla erkek ve kadın eşcinselliğinin, dönemin sosyal ve kültürel dinamikleri ile de ilişki kurularak irdelendiği ilk örnekler arasında sayılabilir.
1910’lu yıllardan 1940 ve 1950‘lere kadar geçen dönemde, edebiyatta eşcinsel karakterlerin psikolojik bir derinlikle irdelenmediği, eşcinsel yazarların bile romanlarında bu konuya açık ya da örtük bir biçimde değinmediği neredeyse mutlak bir sessizlik dönemi yaşanır. Nahid Sırrı Örik (Tersine Giden Yol, 1948) ve Sait Faik (Alemdağda Var Bir Yılan, 1953) gibi yazarlar eşcinsel olma durumunu satır aralarında, belirsiz göndermelerle, üzeri örtük bir biçimde betimlemişlerdir.
Türk edebiyatının Dorian Gray’i
Örik’in 1948 yılında tefrika olarak yayımlanan Tersine Giden Yol adlı romanı, açık bir biçimde eşcinsel bir karakteri betimlemese de, okur, romanın başkarakteri Cezmi’nin öyküsü izleğinde, günümüz toplumunda yaşayan bir LGBTT bireyin de kolaylıkla yaşayabileceği zorlukların izini sürer. Cezmi, paşa babasının evinde kendisinden beklenen “erkeksi” başarıları yerine getirememiş, sözde eğitim için gittiği Avrupa’da zevk ve sefa peşinde koşmuş, daha sonra genç bir üvey anne tarafından, normal koşullarda babaerkil toplumun kendisine bahşedeceği lütuflardan da mahrum bırakılmış, İstanbul’dan sürülmüş, karmaşık aşk ilişkileri içinde tensel zevklerin peşinde koşmuş ve gençliğinin verdiği narsist doyum tükenince kendini büyük bir yıkımın içinde bulmuş, kelimenin tam anlamıyla normlara uy(a)mayan bir profil çizer. Aşk ilişkilerinde çoğu zaman yöneten değil, yönetilen olmuştur. Cezmi, Türk edebiyatında belki de, çöküşünü tablosunun parçalanmasından çok önce yaşamaya başlamış bir Dorian Gray karakteri olarak okunabilir. Bu bağlamda, Tersine Giden Yol, Türk edebiyatında, son derece örtük ve satır aralarında da olsa, LGBTT duyarlığını yansıtan önemli romanlar arasındadır.
Attillâ İlhan’a göre sapma
1980‘lerle birlikte Türk romanı LGBTT temalarını diğer izleklerden ayrı olarak ele almaya başlar. Bu dönemde akla gelen ilk isim olan Attilâ İlhan’ın Fena Halde Leman (1980) veHaco Hanım Vay(1984) adlı yapıtları, kendisini önceleyen Kemal Tahir’in Devlet Ana’sında (1967) olduğu gibi, eşcinselliği bir sapma olarak değerlendirir. Bu yapıtlarda, eşcinsel varoluşu psikolojik açıdan betimleme amacından çok, açık bir biçimde eşcinselliği bir sapkınlık olarak gösterme çabası vardır.
Lezbiyen aşkın ilk betimlemesi
Yine 80‘lerde başlayıp 2000‘lere uzanan dönemde eşcinsel varoluşu, kendine özgü biçemsel uzamı içinde, salt aşk örüntüsü içine yedirerek anlatma çabasını sürdüren Murathan Mungan’ın öykü ve romanları, Türk edebiyatındaki LGBTT izleği tarihinde önemli yer tutar. Mungan’ın Son İstanbul (1985) adlı öykü seçkisinde ve Üç Aynalı Kırk Oda (1999) adlı romanında, eşcinsel varoluşun akışkanlığı, “norm-dışılığı”, geçişkenliği ve duyarlığı çokboyutlu zengin bir biçemsel yapı içinde aktarılır. Diyebiliriz ki Murathan Mungan, Bilge Karasu’nun çağrısını yaptığı “eşcinsel bir dil oluşturma” çabasına en sıkı tutunan yazarlardan biri olmuştur.
90’lara gelene kadar Türk edebiyatında eşcinsellik teması ele alındığında yalnızca erkekler arasındaki ilişkiler kurmaca dünyalara girebiliyordu. 1992 yılında yayımlanan Hülya Serap Doğaner’in Leyla ile Şirin’i, lezbiyen aşkın Türk romanındaki ilk bütünlüklü betimlemesidir.
Karasu ve İleri damga vurdu
1990’lı yıllara belki de Bilge Karasu ve Selim İleri’nin romanlarının damga vurduğu söylenebilir. Bilge Karasu’nun Kılavuz (1990) ve Selim İleri’nin Cemil Şevket Bey – Aynalı Dolaba İki El Revolver (1997) adlı yapıtları, eşcinselliği Türk edebiyatında daha önce hiç olmadığı kadar açık bir biçimde ele alan yapıtlardır.
Ve translar sahnede
Türk romanında gey ve lezbiyen karakterlerin ardından trans bireylerin görünmesi 2000’li yıllarda gerçekleşti. Genel olarak LGBTT temasının irdelenmesinde bir artışın gözlemlendiği bu yıllarda, artık trans bireyler de kurmaca dünyalarda görünür olmaya başladı. Sibel Torunoğlu’nun “Travesti” Pinokyo’su (2002) ve Mehmet Murat Somer’in 2003‘ten günümüze dek yayınladığı Hop-Çiki-Yaya Polisiyeleri, trans karakterleri yerli edebiyatta görünür kılan eserlerdir. Özellikle, Somer’in 2012 yılında yayımlanan Pembe Tütülü Amiral adlı romanı, LGBTT bireylerin Türk toplumu içindeki ikircikli konumunu, LGBTT bireylere yönelik toplumun takındığı ikiyüzlülüğü, LGBTT bireyleri sapkın olarak tanımlayıp dışlayan Türk ataerkil düzenin kendi “sapkınlığını” ve “yozlaşmışlığı”nı sinematik bir gerçeklik ve çarpıcı bir mizah ile betimler.
Mine Söğüt’ün kadınadam karakteri
2000’li yıllarda sayısı daha da artan LGBTT temalı romanlar arasında Perihan Mağden’inİki Genç Kızın Romanı (2002) ve Ali ile Ramazan’ı (2012), Duygu Asena’nınParamparça’sı (2004) ve Mine Söğüt’ün Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey (2010) adlı çalışmalar sayılabilir. Perihan Mağden’in romanları, özellikle Ali ile Ramazan, edebiyatta eşcinsel bireylere mutlu son biçil(e)memesi geleneğini devam ettirir. Bu romanların çoğunda, klişelerle betimlenmeye çalışılmış eşcinsel varoluş, bu kurmaca karakterleri psikolojik derinlikten de yoksun bırakmıştır. 2000’lerin lik on yılında LGBTT varoluşunu en derinlikli irdeleyen romanlardan biri bence Mine Söğüt’ün Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey (2010) adlı kısa romanıdır. Söğüt, “erkeklerle erkeklerin” aşkını, “kadınadam” olarak adlandırdığı karakteri aracılığıyla derinlikli bir biçimde çözümler. Bunu yaparken yerleşik sıfatları kullanmak yerine arketipik bir derinlikte bir bakış açısı sunar.
Özellikle son yirmi yıl incelendiğinde, Türk romanının henüz LGBTT bireylere yönelik klişe bakış açısından kurtulamadığı ileri sürülebilir. Romancılar çok satma kaygısıyla sığ çözümlemelere ve klişelere hapsolmakta yahut umut verici psikolojik çözümlemeler, örtük ve kapalı ifadelerle satır aralarına itilmektedir.
1970’lerden günümüze LGBTT temalı romanlar
Her Gece Bodrum / Selim İleri /1977
Fena Halde Leman / Attila İlhan / 1980
Haco Hanım Vay / Attila İlhan / 1984
Son İstanbul / Murathan Mungan / 1985
Kılavuz / Bilge Karasu / 1990
Leyla ile Şirin / Hülya Serap Doğaner / 1992
Cemil Şevket Bey – Aynalı Dolaba İki El Revolver Selim İleri / 1997
Romantik Salgın / İbrahim Altun / 1999
Üç Aynalı Kırk Oda /Murathan Mungan / 1999
Solmaz Hanım ve Kimsesiz Okurlar İçin Selim İleri / 2000
Sıvı / Turgut Yüksel / 2000
İki Genç Kızın Romanı / Perihan Mağden / 2002
Travesti Pinokyo / Sibel Torunoğlu / 2002
Sığınak / Sadık Aslankara / 2003
Üçüncü Tekil Şahıs / Mehmet Bilal / 2003
Jigolo Cinayetleri / Mehmet Murat Somer / 2003
Peygamber Cinayetleri / Mehmet Murat Somer /2003
Buse Cinayeti / Mehmet Murat Somer / 2003
Hergele Aşıklar / Niyazi Zorlu / 2003
Paramparça / Duygu Asena / 2004
Ali ile Ramazan / Perihan Mağden / 2010
Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey Mine Söğüt / 2010
Gizli Anların Yolcusu / Ayşe Kulin / 2011
Pembe Tütülü Amiral / Mehmet Murat Somer / 2012
Alıntı: Radikal