Lubunca’ya göre, feminen geylere, travestilere ve transseksüellere ‘lubunya’ denmektedir.
Lubunca, labunca ya da labunyaca, Türkiye’de LGBT bireyler tarafından kullanılan bir çeşit argodur. Romanca argosundan türemiş olan, içinde Yunanca, Arapça, Ermenice, Kürtçe ve Fransızca terimler bulunduran bu yaklaşık dört yüz kelimelik dilin, 17. ve 18. yüzyıllarda köçekler ve tellaklar tarafından konuşulduğu, 1970’lerden sonra ise bazı eşcinseller ve travestilerce cinsel yönelimlerini başkalarına açıklamadan birbirleri ile iletişime girmek için geliştirildiği düşünülmektedir
Yazımın şaka yollu başlığı, son zamanlarda tiyatrolarımızda transseksüellerle travestilerin çok sayıda oyunda boy göstermesinden kaynaklanıyor.
Osmanlı’da, saraylarda iç oğlanları, halk kesiminde hamam oğlanları/tellaklar bir alt kültür oluşturmuş, bu alt kültür, köçek ve zenne gibi “travesti” karakterlerle temaşa sanatına da yansımıştır. Modern Türk Tiyatrosu’na son yıllara kadar eşcinsel karakterler pek girmemiş, girdiğinde de (çoğunlukla kaba) güldürü öğesi olarak kullanılmışlardır. Ancak, Mark Ravenhill, Philip Ridley gibi çağcıl yazarların in-yer-face oyunlarının sahnelenmeye başlamasıyla, dramatik, hatta trajik yazgısı olan eşcinsel kahramanları tanımaya başladık. Cinsel kimliğini gizlemeye, henüz kontrol altına alamadığı dürtülerle savaşmaya çalışan ya da bu kimlikleri ortaya çıktığında dışlanan, aşağılanan, nefret edilen, öldüresiye dövülen ve hatta katledilen bu karakterler, izleyicileri sorunlarının insani boyutlarıyla etkilemeye başladılar.
Geçen yıldan beri, daha da farklı bir oluşum gerçekleşmiş durumda. Karşımızda hepsi Türk yazarların elinden çıkma bir travesti/trans tiyatrosu var. Hepsi de bayağılığa hiç kaçmayan düzeyli çalışmalar.
Geçen akşam ‘Kadınlar, Aşklar, Şarkılar’ı beraberce izlediğimiz arkadaşımız durumu haklı olarak, Gezi olaylarına bağladı. Gerçekten ‘Gezi’ her şeyden önce, Türk/Kürt, türbanlı/başı açık, solcu/sağcı, dindar/ateist, straight/gay bütün ‘farklı’ların ‘diğeri’ni tanıdığı, anladığı, ‘öteki’nin de kendi gibi bir insan olduğunu fark ettiği bir platform oluşturmuştu. Gezi’de çok aktif rol oynayan LGBT’nin ve ‘kızlar’ının, ‘onlar’ ya da ‘bunlar’ değil, ‘bizler’den biri olduklarının bilinci, tiyatro yazarlarımızı toplum baskısının seks işçiliğine zorladığı bu en itilmiş ve ezilmiş kesimin sorunlarına eğilmeye yöneltmiş olabilir.
Transseksüelin kısaltılmışı olan ‘trans’ terminolojisine açıklık getirmekte fayda var. Sözlük karşılığı olarak, kadın giysileri giyip süslenen erkeklere “travesti”, hormon tedavisi görüp cinsiyet değiştirmiş olanlara ise ‘transseksüel’ deniyor. Ancak çaresizlikten seks işçiliğinden başka iş bulamayan ve kendilerine ‘trans’ diyenlerin büyük bir bölümü, mazbut ve sert erkek müşterilerinin çoğunluğu onlarla pasif olmayı yeğlediklerinden, meslekî âlet ve geçim kaynağı olan cinsel organlarını muhafaza eden travestilerdir.
Öteki’nin bıraktığı izler
Geçen yıldan beri sahnelerimize iyice yerleşen ‘trans oyunları’na toplu olarak bir göz atalım.
En eskilerinden biri, GalataPerform’da, uluslararası alanda da isimlerini duyurmaya başlayan Yeni Metin Yeni Tiyatro yazarlarından Ahmet Sami Özbudak’a Avrupa’nın En Genç Oyun Yazarı Ödülü’nü getiren ‘İz’.
Tiyatro öğrenimine Stüdyo Oyuncuları’nda başlayan, lisans ve lisansüstü eğitimini ABD’de tamamlayan ‘Ve Diğer Şeyler Topluluğu’nun kurucusu Yeşim Özsoy Gülan’ın Galata Kuledibi’ndeki Büyük Hendek Caddesi’nde, tarihi bir apartmanın ikinci katında, yeni metinlere, yeni yönetmenlere açık bağımsız bir alan olarak hem kendi oyunlarını üreteceği hem de bir yapım ve yayın evi olarak misafir projelere ev sahipliği yapacağı bir mekân olarak kurduğu GalataPerform’un en önemli çalışmalarından biri bu Yeni Metin Yeni Tiyatro projesi. Çağdaş tiyatro yazınına ve yeni oyun yazım biçimlerine odaklanan bu projede bir yandan yabancı çağdaş oyun yazarları Türkçeye çevrilerek okuma oyunu olarak sahnelenmekte, diğer yandan da oyun yazımı atölyeleri düzenlenmekte.
Bu projede yetişen Özbudak, Tarlabaşı’nda, yüz yıllık bir binada Türkiye’nin yakın tarihindeki üç dönemde yaşananları, aynı mekânda, zamanları çakıştırarak başarıyla kurgulamış. 1950’lerde 6-7 Eylül olaylarına tanık olan Rum kız kardeşler Markiz ve Eleni’nin; 1980’lerde devrimci Ahmet’le Karadenizli ev sahibi Turgut Usta’nın; 2000’lerde “travesti” Sevengül’le Kürt sevgilisi Rizgar’ın aynı evde yaşadıklarının bıraktığı ‘iz’leriGülan, başarıyla sahneye uygulamış. Hep dönemlerinin ‘öteki’lerine odaklanan metin çok sağlam. Çok mekânlı ve paralel zamanlı yapısı, geniş bir İtalyan sahnede çok daha rahat ve etkileyici biçimde çözümlenebilir. Ancak Gülan haklı olarak, GalataPerform’un neredeyse aynı yaştaki mekânının vereceği olağanüstü gerçeklik duygusunun üzerinde oynamayı yeğlemiş. Sahne trafiğini çok iyi çözümlemiş. Dairenin, seyircinin doğrudan gördüğü salonu dışındaki bölümlerini de iki ekran ve birkaç kamera ile izlenir hale getirişiyse parlak bir buluş. Kendisinin de içinde olduğu Okan Urun, Burak Safa Çalış,Batur Belirdi, Bertan Dirikolu, Ceren Demirel,Koray Kadirağa’dan oluşan dört dörtlük oyuncu kadrosunun desteği büyük. Tek kusuru, diyalekt üzerine çok fazla gittiği için bazen konuşulanların iyice anlaşılamaması.
‘İz’, tarihimizde önemli iz’ler bırakmış olan dönemlere, bir avuç insanın aynı evin içindeki yaşamları üzerinden bakarken, “travesti” Sevengül, gözlemlenen dönemlerin belirleyici kişiliklerinden sadece biri.
Diğer oyunlarda ‘lubunya’lar, ya tek ya da ana karakter olarak karşımızdalar.
Ebru Nihan Celkan’ın ‘Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi’ oyunu, toplumsal ahlâkın dışladığı, dövülürken kimsenin acımadığı, öldürülürse “dünyadan bir pislik daha kurtuldu” denilen bir travestinin, izleyiciye çocukluk düşlerini ve hayal kırıklıklarını anlatırken, yaşadığı gerçekleri hem etrafı hem de kendisiyle dalga geçebilen keskin mizah duygusuyla paylaştığı bir saatlik epik bir performans. Aldığı çok sayıda ödülüCelkan’ınbildik konusundan çok, trans Umut’un, güçlü, görünürde şen şakrak, kimi zaman cazgır, kimi zaman saldırgan kabuğunun altındaki yalnızlığı, hüznü, umutsuzluğu, dramaturg, yönetmen ve oyuncu olarak Sumru Yavrucuk’un, başarıyla aktarmasıyla hak ediyor.
Ankara’dan ‘misafir trans’
Ankara’dan gelen bir ‘misafir trans’ımız da var! Şamil Yılmaz’ın yazdığı, Serdest Vural’ın yönettiği, Ahmet Melih Yılmaz’ın oynadığı Domus Sanat Çiftliği yapımı‘Kadınlar, Aşklar, Şarkılar’, çok iyi eleştiriler almış, özellikle genç oyuncusunun performansı çok övülmüş bir oyun. İstanbul’a sadece iki haftada bir gelip hep kapalı gişe oynadığından ancak yenilerde izleyebildim.
ikincikat-karaköy’ün oyun alanına girip yerimize otururken, eşim oyuncuya bakıp “amma da gençmiş” dedi. Bense delikanlıya gözlerime inanamadan bakıyordum. Ankaralı bir Ahmet Melih Yılmaz beklerken karşımda ‘bizim Ahmet’i buluvermiştim.
Plato Film Okulu Eğitim Genel Koordinatörlüğü yaptığım yıllarda olağanüstü iki farklı eğitmenle iki farklı kulvarda oyunculuk eğitimi veriyorduk. Ayla Algan’ınki kamera önü ağırlıklı, Rüçhan Çalışkur’unki ise tiyatro odaklıydı. Rüçhan Hoca’nın, kimi zaman kendisine asistanlık yaptıracak kadar yetenekli bulduğu, 18 yaşlarında ya var ya yok,Ahmet diye bir çocuk vardı. Rüçhan’ın değer yargılarına çok güvendiğim ve çok istediğim halde, ders saatlerimiz hep çakıştığından Ahmet’i oyuncu olarak izleme fırsatım olmamıştı. Okul sonrası Ahmet’e pek rastlamadım. ikincikat’ta tanıyanlarından DTCF Tiyatro Bölümünde okuduğunu duymuş, Türkiye’nin en köklü ve en düzeyli modern tiyatro eğitimi veren iki kuruluşundan birinde (diğeri tabii ki Şahika Tekand) olmasına sevinmiştim. İşte karşımda o gencecik çocuk (delikanlı olmuş ama hâlâ çok genç; 25’ine basacak) duruyordu! ‘Kadınlar, Aşklar, Şarkılar’, trans kadınların çocukluklarına, aşklarına ve ölümlerine adanmış, ‘farklı’ya, ‘öteki’ye nasıl sadece anlayışsızlıkla değil, kin ve nefretle de bakıldığının altını çizen bir oyun. Ahmet bir yandan sahnede Yıldız Tilbe şarkıları söyleyip seyircilerle sohbet ederken, bir yandan da 3 trans kadını ve ‘farklı’ bir çocuğu canlandırıyor. Kimi zaman birbirinin içine geçen bu farklı kişilere, ayrı ayrı iskemlelerdeki birkaç aksesuarın yardımıyla ve yürüyüşlerinden saçlarını tutuşlarına birkaç dokunuşla, çok başarılı bir yorum getiriyor. Ne söylense yetersiz kalır; mutlaka izlenmesi gerekli. Sevgili dostum Rüçhan Çalışkur haklıymış. Ahmet gerçekten çok iyi bir oyuncu. İstanbul Tiyatrosu’nun onu kazanmasına sadece altı ay kaldı. Mezun olunca bizlere dönecek.
mekân artı’daki ‘80lerde Lubunya Olmak’ oyununu uyarlayan, yöneten, mekân tasarımını yapan Ufuk Tan Altunkaya, metnini İzmir de faaliyet gösteren Pembe Siyah Üçgen Derneği’nin 2012’de yayınladığı aynı adlı kitapta translarla yapılmış söyleşilerden yola çıkarak, hiç bir değişikliğe gitmeden, trans bireylerin kendi kelimeleriyle oluşturmuş.
Oyunda, bugün 50’li yaşlarında olan dört trans, randevu evlerinde, üçüncü sınıf otellerde, gece kulüplerinde, Pürtelaş’ta, Abanoz’da, Bayram Sokak’ta, Dolapdere’de, sokaklarda, karakollarda, kışlalarda, yaşamak için direnen ve çoğu zaman birbirlerinden başka sarılacak kimsesi olmayan lubunya bireylerin gözünden ülkenin korkunç bir döneminin korkunç hikayesini bizlerle paylaşıyorlar.
Yazar- yönetmen Altunkaya, söyleşilerden oluşan metni sahneye uyarlarken, öyküsünü 80’lerin bir başka olgusuna, müzikhole transfer etmiş. Translarını da erkek oyunculara değil, sahne dışında birbirinden güzel dört genç kıza oynatmış: Ayşe Gülerman, Burcu Şeyben, Elit Çam, Gözde Seda Altuner, Neşem Akhan. Neme lâzım dördü de birer ‘dönme’ oluvermiş. Hele transların birinin (Elit Çam) ‘Şahmeran’ın Bacakları’nın muhteşem Şahmeran’ı olduğunu ancak oyunun yarısında fark edebildim.
Sonuç olarak rahatlıkla lubunyalı oyunların hiç birini kaçırmayın derim. Hepsi kapalı gişe oynuyor. Biletinizi mutlaka önceden almanızı tavsiye ederim. Hepinize,-ahlâk dışı da olsa- iyi seyirler dilerim.